Hepsi birbiri ardına iz, labirente bırakılan ip gibi. Beddua da.
Ta aşağılarda ve hep orada. Genç adam, toprağa dağılmış şehirsiz kadınlar, bebek, hepsi ağlamayla ses ediyorlardı melun bir akşam darında. Toprak hattı olmayan çamaşır makinesinin elektriği yere vurup öldürmüştü kadını.
Kapalıçarşı'da muhayyel ve muhayyer süpürgeler yapan son usta da o vakitler öldü.
Sıra dükkanlar yıkılırken, dizliksiz kaşıksız erkeklerden biri, Gençosman Köprüsü'nün orada yevmiye işi beklerken çoraplarını kurutmaya çabalıyordu.
Beddua ıslıklı ateşiyle yalayıp şehrin alnını Doğanbey Konutları'na dönüşüp taş olacaktı.
İyi olacaktı. Kör olma da gör beni.
O tutanak defteri için yer gün ve tarih veririm daha. Tamam.
İnşa örneklerinin demokrasi ve özgürlük mücadelesinin unutulmuş kentsel yazgısına senli benli muhabbetle yol alınamaz.
Son iki yüzyıllık ekonomik faaliyet ağırlıklarının gösterdiği formları, yaşama erken veda eden Sevilay Kaygalak, Kapitalizmin Taşrası adlı heyecan verici çalışmasında Bursa’nın kapitalistleşme sürecindeki örüntüleri ayrıştırmıştı. İpekçiliğin üretim ve ticaretine dayalı mekanlardan iç dinamiklerden, tüccar sermayesinin, tanzimatın, feodalizmi ne olarak dönüştürdüğünden, ithalatın sanayileşen çarpıklığından, sermayenin küçük üretimin ve oluşturduğu sınıfsal hakim güçlerden, baskı altında çalıştırılan çocuk ve kadınlardan, loncalardan parça parça bırakmış. Sonrasında odalardan, Karadenizli ve Karadenizsiz muhtelif müteahhitlerden, kumaşçı ve plastikçi bilumum iş adamlarından, geçmişin enerjisini birikimini geleceğe yönelik nizam ifa edilirken, memleket derneklerine kadar bu sınıfa atfedilecek cezbedici sosyal kültürel ve hukuk öncüllüğüne yol açacak bir rasyonalite söz konusu olamadı bugüne dek.
Yavaş yavaş bir hülya adamı olmaya başladığını söyler ya Ahmet Hamdi Tanpınar, Bursa da yavaş yavaş Bizans’tan, Bey Sarayı'ndan, Ortaçağ'dan, Karacaoğlan'dan, Şeyh Bedreddin'den ve mesela Battuta'dan bu yana bir hülya şehri olmaya adaydı da, işte Yaşar Kemal’in diliyle gözlerinde, yenilmiş bir Arab atı kederi var. Oysa "14 Temmuz 1789 Paris'in işidir" diyen Victor Hugo, bir şehrin göz kamaştırıcı tarihindeki yıkımların önünden geçebilmenin o büyük gerçekliklerine yaslanır. Değil eşitliği, asgari refahı bile ilericilik sayan, değişikliğe ayak sürüyen, atılacak adımları yabanıllık ve karmaşıklıkla şüpheli hale getiren düşünsel ve politik yoksunluk adım başı orda.
Aynı şehirde yaşayan en geniş topluluğu oluşturan prekarya, saati elli sente çalışmak için şehre yayılıp dönüyor ev diye buyurulan yere.
Kendileri, elbette günü sadece 34 lira ile geçirmek mecburiyetinde kalan insanlardan olabilir. Bu olasılıklar, çalışmaya çıkıp geriye ölüleri dönenlerin, işçi kız ve oğlan çocuklarının işsiz sayıları ve sandıkları dolduran iktidar destekli oy oranlarıyla eşgüdüm içinde olabilir.
"Şehri ilgilendiren şeyler"den söz eder Aristo, onun şehri başkadır fakat tanım yapar. Şehrin değerlilikleri hiyerarşisinde şehri teslim alan dilin ve mekanların devşirdiği alanların ne zamandır dutluk olmadığını bildiren kimi hareketlilikler çıkar ortaya.
Tereddütün azaldığı alanlar, STK'ler olarak mutedil bir sürgün yemeden önce, demokratik kitle örgütleriydi.
Çağdaş Gazeteciler Derneği de, otuz yıldan fazla bir zaman önce büyük bir şansla aralarında olma fırsatı bulduğum gazetecilerce tam da bu itirazın birikimi, dili ve yeniden konumlanış ifadesi olarak kuruldu Bursa’da. Eski köye yeni adet getirmek zordur.
Şehir ideolojisinin hakim sınıflar lehine dağılımı, bunu açığa çıkaran her şeyi ve herkesi değersiz ve fakat tehlikeli addeder.
Farklı pratikler yaşamış değişik kuşakların birbirine yakın nedenlerle saygı ve ilgi gösterdiği Yılmaz Akkılıç’ın örgütçülüğünün etkisiyle 12 Eylül sonrası, 90'lı yıllarda etkin ve belirgin bu girişimin tutumu, hem kendi asallığını hem de muhatabının mesafesini belirlemeye adaydı.
Şehre yeni ve icazetsiz gelmiş bu derneğin, o günler açısından gözden kaçmış bir girişim olduğunu dönemi yaşayan arkadaşlar da teslim eder sanırım. ÇGD yeraltı hafızasının doğrudan temsilini de üstlenmeye adaydı. Tartışmalı ve çok derin olmasa da elbette çatışmalı anlar ve sebepler hep oldu.
Bu kurumlar, sermayenin yaratamadığı burjuva demokrasi tarihini, parasını bastırıp alacağı yanılgısını aşamamış bir vasattan çıkışın refakatçisi olmak gibi güçlükle yüz yüzedir. Bu onun en sorunlu eğreltici halidir de.
Yeniden üretilen mekanlarda, ekonomik ruhun dışında tutulan mahalle, sokak ve insanlara, kaybeden mücadele hikayesiyle sürülme münasip düşer.
Bursa oligarşisi de ilk elden oybirliği ile sudan ibaret şehrin bütün çeşmelerini sürmemiş miydi?
Sürmedi mi?
Muammer Aksoy suikastinden sonra Perşembe Söyleşileri'nin konuğu olan Uğur Mumcu’nun emniyet güçlerinin bu cinayeti çözeceklerine dair taşıdığı şaşırtıcı umuduna, umarım hatırlar, Fehya Çelenk'in de katıldığı 8 Mart söyleşisine ve nice buluşmalar arasında, mesela bu günden bakarak o etkileyici büyük kitlesel katılımlı savaş karşıtı toplantılara.
Tarihinden mahrum kalmamalı ya hayat, Bursa Cezaevi'ni yıkan cehaletin ve erk duygusunun, küçük üretimi ezen büyümeci mağazalarda, şehrimize gelen iki alçağın Kenan Evren ve Ziya Ül Hak’ı türkünün ciğerini sökercesine, ikisinin resmini yanyana koyarak nasıl ağırlandığını gösterdikleri günlerden geçilmişti işte.
ÇGD Güney Marmara Şubesi'nin Kurucu Başkanı Yılmaz Akkılıç ile birlikte...
ÇGD'nin birahaneye döndüğü üzerinden yapılan eleştirilere yazılara çok da gecikerek rastladım. Kolektif algıda bağımsız yorumlar için nerdeyse otuz yıldır olmadığım bir alanda, sorumluluk üstlenenlerin emeğini hiçe sayarak bugün söyleyeceğim bir şey olması mümkün değil. Kendi dinamiğinden ne gelirse o kadarından çıkış bulunur.
Bu şehirde herşeye karşın, hangi hareketliliği nedeniyle yerinden edilmek istenmesini ama, tartışmak gerek.
Bu yıkma fikrinin, bu fikri hayata geçirmek isteyen güçlere de çok yakıştığını söylemek gerek.Umulur ki, durdurma kararı da aşağıda anacağım "tutanak defteri görme" gibidir.
O günden söz ederek son vereyim naçizane bu bellek yazısına.
Yer zaman ve tarih vereceğimi söylemiştim yazının başında.
6 Kasım 1991.
TBMM'de o yemin krizinin yaşandığı gün.
Akşamüstü. ÇGD lokalinin bahçesinde birkaç kişiyiz. Arada televizyona haberlere tekrar tekrar bakıp çıkıyorum. Çay içiyorum. Diğerimiz şarap. Yağmur çiselemeye başlamıştı ki, bir arkadaş kucak dolusu kitapla çıka geldi, içeri geçmek için ben kitapları alıyorum, şarap içen çay bardağını, kitapların sahibi de şarap kadehini, kapıda dernekler masası arabaları polisleriyle beliriyor birden.
Ben, fakat o müstesna görüntüyü nasıl unutayım. Kucak oluşu kitapla ben, derneğin kapısında polislerle burun buruna. Aman yani elimde şarap kadehiyle de olabilirdi!
Fakat bu değil.
Yönetim Kurulu üyesi olduğum için yönetim odasını açmamı, tutanak ve üye defterini vermemi istediler. Ve derhal.
Olmazdı elbette. Biz de bir parça diyalektik öğrenelim diye uğraşmışız, hem genciz de, bi de inat.
Fakat büyük bir yanlış yaparak Yılmaz Akkılıç’ı arayıp, gelmesini söylediler.
Ve birden aceleyle arabalara binip gittiler. Yılların Akkılıç’ı, artık ne dediyse!
Bir daha gelen olmadı.
Demem o ki ilham alınacak şeylerin göz önünden uzaklaştırılması, insanı önemsizleştiren ağır yoksulluğun sebeplerindendir.
Tekrar edebilirim, tarihinden mahrum kalmamalı hiçbir şey.