Öyle değil miydik?
Ṣehre gelmiṣ sinemanın kendisi.
Halimizde bir manalı güven, o zamanları harikulade kılan neydi?
Doğduğum Artvin dağlarıyla, büyüdüğüm İmroz adasının hayatıma inanılmaz tahammüller zerk ettiğine inandığım birbirine karıṣan tanıdık esintileriyle, gölgelerin hürmetle eğildiği muazzam yeṣillik ve ҫamların arasından, ṣimdi tarifi imkansız bahtiyar bir duyguyla okul kaydı iҫin o zamanki adıyla Ziraat binasının ikinci katına ҫıkıyoruz. Alṣan'la Dündar'ı hatırlıyorum.
Kayıtta mı, derslerde mi ҫıkaramadım. Oğuzlardan gözlüklü olanıyla, Emin Akay tanıṣ olduğum ilk arkadaṣlar olarak aklımda. Nezahat, Zerrin, Belma, Mediha, Ümit, Mustafa, Muharrem, Atilla, Hatice, Nihan, Halil, Vicdan, Ṣükran, Mücella, Gül, Cihan, Nihal, Raṣit, Kemal, Ayhan, Ordulu Arif, Eskiṣehirli Mustafa, Orhan, Abdullah ... Kim ermiṣ sırrına bilmem de, kırk yıl önce, daha genҫliğimize yeni adım atıyoruz.
Edip Cansever'den imdada yetiṣen dizelerle, geҫmiṣe gidip gelmek ne eder simdi?
***
Kırk yıldan fazla bir zamandan sonra gönül dolusu hatıraları anmaya yolaҫan Ayhan Gür ve Hasan Fazıl Afacan'ın, Yener'in onuncu ölüm yıldönümünde mezarına yaptıkları ziyaret oldu.
Dünü, olmadığı gibi kurgulama tabiatına müsait tuzağa düṣmeden, iyi ṣeylerden söz etmenin gücünü yitirmediği esas zamandan, ironiyi tersyüz etmeden, sohbetin derininden aҫarız sözü biz de. Aҫamaz mıyız?
Ṣehrin sinemasında Yener de siyah beyaz bir film olarak girmiṣ demek ki hayatlara.
Ṣehir dediğin birimiz desin beṣyüz yıl, öbürümüz bin yıldır, hani kadere de kedere de uygun.
Çelik ve ҫilek elleri yakarmıṣ gözüm, ovada köylüler bir gecede iṣҫi olmuṣ, kızlar havluların havından toz, Merinos ipeği iṣҫisi kadınlar ilk grevi yapıp gelmiṣ, Bay Martinotti'nin kayak tutkusu, su, peṣkir, bıҫak ve cantlara, otomobil aksesuar ve kestane kebapla acele cevap verilmiṣ.
Ülkü Tamer'in demesiyle en genҫ yıllardan.
Saadettin Emir hayatta Yeṣil'de dolaṣıyor belki, Alilerden o sabah ölmese, yurtta bozulan ütüyü tamir edecek Ali Ünver, Mustafa Özkan Tariṣ'i anlatıp özendiriyor, özenip de ne yapacaksak da, henüz O da gelmemiṣ okula, Ayhan, Nadir diyor Apo'nun montu üstündeki, diyor, Nadir Ölmez ne ölmesi daha niṣanlı bile değil büyük ihtimal, o kadar erken tarih daha.
Sıra dükkanlar bile sökülmemiṣ. Oraya adeta Pei elinden ҫıkma Louvre Piramidi ҫakmaya zaman var daha ... Hem zaten ol hikayat, ṣu dar sokaklarına bindirilmiṣ müteahhit katlarına ev, ṣu plastik ҫiceklere de hayat denmesine karṣı değil miydi bütün kavga.
Daha iyisini bilen arkadaṣlar keṣke bildiklerini "eve" götürmemiṣ olsaydı ya da.
Politeknikte katliam, Victor Jara, Che, güzeller güzeli Hatice Alankuṣ'un fotograflarına bakıp, ölümle bir alaka kuramıyor kalbimiz. Arkadaṣ Özger'in Bursa sokaklarında dolaṣıyoruz, ṣiirler okuyor peṣimiz sıra, Hüseyin Cevahir'in edebiyat metinlerini henüz okumamıṣız büyük ihtimal, sobanın etrafında müstesna bir yaṣam düṣüne atıflar yapıyoruz. Çıkıṣta birbirimizde ҫay mı iҫseydik.
Deniz Gezmiṣ, Cihan Alptekin ṣimdinin müze olan adliyesinden geҫeli daha ne kadar olmuṣ, Nazım'ın mahpus camından bakalı, Aziz Nesin sürgünde parasızlıktan Ulucami'ye hafız olalı ne kadar zaman geҫmiṣ ki daha.
Fakat Nazım bilip de söylemiṣ, onsekizimizde en değersiz ṣey ömrümüz.
Bildiğimiz sıra dükkanlardan tam kırk yıl önce iki gün arayla Ali ve Cengiz Göral'ın cenazeleri stadyuma aṣağı.
Bursa Üniversitesi'nin o dönem kuruluṣunu tamamlayan parҫa olarak Bursa İktisadi ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nin ilk öğrencilerinden Yener, Hasan, Reha, Serhat, Yüksel, Zeynep, Burҫin, Arif, Kamil, Sinan,Sağnak ...
Hocalar Akın İlkin, Nusret Ekin, Esat Çam, Ali Özgüven, Toktamıṣ Ateṣ genҫ aslında.
Mustafa Aytaҫ, Ali Yaṣar Sarıbay, Ercan Dülgeroğlu, Nuri Burhan, İsmet Barutҫugil henüz asistan.
Bir gün İngilizce okutmanı Yüksel Özkeskin ṣaka ṣenlik baṣladı söze. Ay ҫocuklar gece kabustan uyandırdılar, bağırmıṣım yapmayın yapmayın diye, niye? Yener Atay'ı götürüyormuṣ polisler ...
Yener'i, ṣehrin alanlarını geniṣletme heveslilerinden bu Trabzonlu delikanlıyı da böyle duymuṣ oldum.
O ara Afacan'ı getirdiler diye bir laf dolaṣtı. Büyük bahҫede jandarmalar arasında elleri kelepҫeli Hasan Afacan'ı da orada gördüm. Sanki sırtında lacivert bir parka, kimbilir?
Yener'i de, Kuzey ormanlarını da unutmamıṣ olmasından ötürü Afacan'a bir merhaba demeyelim mi ṣimdi?
Küҫük üretimi yoğun Bursa'da, parҫalı sermaye öbeklerinin ticaret, esnaf ve sanayici adayı eṣrafının, filizlenmiṣ küҫük burjuvazisinin ҫocuklarıyla, aydınlanma birikiminin zorunlu alanlarına asılan kır ve kasabaların ҫocukları buluṣtu okulda.
Toplumsal ҫeliṣki ve vasatların yansımalarından ҫıkan ҫatıṣmalar birden fazla alanda sürdü. Fakat Yener bu karṣılaṣmaların iҫ ҫeperlerinde özerk kimliğiyle meṣruiyeti kabul edilmiṣ yegane ve özel isimlerden oldu.
Sonraki yıllarda kaҫ arkadaṣı tuzaklardan, infazlardan alabilmesinde hayatın taṣıdığı ümidin kaҫ yıllık hatrına, aṣkları bitmiṣ kızların bile esirgemedikleri muhabbetin katkısından söz edilir ... Aṣktan korkmayan devlet mi var?
Gerҫi rivayet odur ki Ayhan'ın onayından geҫmeyenlerin de ṣansı olmuyormuṣ ya; simdi buradan kalbimizin en derininden selam ederiz Yener'in bütün aṣklarına.
Nasılsa, hasta olanın, iṣsiz, ümitsiz kalanın, insan ve muhabbet arayanın yanında olabildi her zaman, hissedilmesine izin verdiği tek ṣeyse, sadece güven oldu.
Ayhan ve Arif'in geҫmiṣ yıllarda kurduğu dost sofralarında sazıyla türküsüyle erinmeden yer aldı zaman ayırdı.
Sert, kısa ve acımasız bir dönemden ҫıkan marṣ, folk ve sanki Simon Garfunkel'i aṣacak müzik arayıṣını sessiz bir kesmeyle durdurduğunu hissettirdi sonra.
Foucoutl'a sorarlar, 68 Mayıs'ında nerdeydin diye. "Tunus'taydım. Gepegenҫ kızların, erkeklerin kısacık bir bildiri iҫin neleri göze aldıklarını gördüm. Ṣok ediciydi." der.
Oysa mesela buharlı camlarından Kars'ın yoksul ҫayhanelerini anlattığı Kar romanında Orhan Pamuk, Ka adını verdigi sarsak beceriksiz bir solcu tarifi karṣısında, devletin himayesindeki Lacivert'i yere göge koyamaz. Ne ṣoku, tenezzül duymaz, öyle ki Ṣahname'nin Rüstem ve Suhrap hikayesini Lacivert'e anlattırır.
Bu bed tariften cahil ҫıkmak birṣey değil ... Yener'in Anlatamadık kasetindeki vurgusu böyle bir zemini de ҫağrıṣtırır. Bunca yıl sonra genzi yakan bir sesle ...
Nezaketli, güngörmüṣ, yol yordam bilen inceliği de kasetteki imzalı fotoğrafı gibi hep canlı kalacak.
Aldığı tatil dönüṣü armağanına karṣı bizim Süreyya Ünal (Çağan) da bir gömlek alır Yener'e. Kaset fotoğrafındaki gömlek o gömlek, beğenmiṣ demek. Unutulmaz hatıra iṣte.
Mustafa Atıṣ'la ҫıkıp bizleri de dolaṣmayı ihmal etmedikleri Avrupa gezisinde, baṣtan sonra yanında ehliyeti olmadan araba kullanmıṣlığıyla icabında kuralları nasıl takmadığını da aha da demiṣ olayım.
Hep birlikte öğrenilmiṣ ṣeylerden, bir baṣımıza kaldığımızda avucumuzdan savrulan vakitlere, Nebahat, Fethiye, Neslihan, Müserrem, Yücel, Hatice, Kaplan, Celal, Veysel, Mehmet, Gönül, Ṣerafettin, Güzin, Aydan, Oğuz, Hüseyin, Mehtap, Melda,Zuhal, Yaṣar, Mahmut, Semra, Atıfe, Birol, Ülkü, Faruk, Melek, en ṣirin gülüṣlü olarak Ayṣe Aygör ve kantinde buğusu tüten akṣamüstü ҫaylarına, Süreyya'nın arkadaṣlığına, sezdirmede ödediği yemeklere, Ayhan'la Güllübahҫe, Gonca, Seymen isimlerinin anlamını aradığımız Gölcük akṣamlarına, Melek ve Erdoğan, Gönül ve Mehmet, Asuman ve Faruk ile Naciye ve Savaṣ'ın evlerine yaptığımız acemi ziyaretlerin hazzına, nihayetinde Mehmet'in bir Dersim hüzmesiyle gezdiğini farkettiğimize, Oğuz'la ikisinin ayrı havalarına, bacı kelimesinin trajedisine baṣlasak burdan köye yol olur bitmez.
Bitmez de, görünen gerҫek olsaydı bilime gerek kalmazdı demesine bakarak Marks'ın, kayıt altına alınsa bu kısa tarihi imha ve unutulmaya karṣı, malum söz uҫar yazı kalır.
Tekrarı imkansız ṣu sahneye yeniden ҫağrılacak olsak mesela, hangimiz tekrar ҫıkmak istemez, sahiden?
Son satırlar Neruda'dan Yener, neredeyseniz oraya gelsin. Teṣekkürler o ateṣ iҫin/Türküler tutuṣturduğun.