Sevgili dostum Mehmet Kartal'ın yüreği tekleyince bizim de moralimiz çöktü.
Kartal'ın yüreği gitti-geldi. Bizim "yüreğimiz ağzımıza geldi".
Hastane önünde yüzlerce dostu endişe ile bekledik. Başında meslektaşlarımız. İçerdeki müdahale odasında Kartal'ın yüreği direnirken bizim yüreğimiz umutla kıpırdadı hastane kapısında.
Hepimizin ağzında tek temenni, "Hadi bee Kartal, hadi bee Kartal. Oğlum hep inadın bize mi yahu, hadi diren be dostum, diren be delikanlım".
Bizi utandırmadı, direndi. Temennimiz karşılıksız kalmadı ve yine bizi mahcup etmedi.
Şimdi rahatladık. Anladık ki Kartal'ın inadı bize dair değilmiş sadece, hayata dair inadı kazandı bir kez daha.
Şimdi biraz rahatladık.
Eminim aramıza tekrar "fikren" de katılınca en çok 12 Haziran seçimlerini konuşacağız. Kim bilir belki de konuşmayacağız, "hay seçiminiz batsın emi!" diyeceğiz.
Ama ben biraz konuşmak isteğindeyim.
ASLINDA AKP BİR PROJEDİR.
Daha önce yine bu sayfalarda yazdığım bir yazıda "kurulduktan 10 ay sonra iktidar olan AKP, 'Hadi bir parti kurup yüksek oylar alalım' mantığıyla ortaya çıkmış bir parti değildir. Yani aslında AKP bir siyasi partiden çok bir projedir." demiştim. Bu projenin ABD'de olgunlaştırıldığını söylemiştim.
Bu söylediklerimle ilgili değişik tepkiler aldım. Bazı arkadaşlarımız "nereden çıkarıyorsun bunları?" demişlerdi gönderdikleri iletilerde.
Elbette bu değerlendirmem sadece Tayyip Erdoğan'ın iktidar olmadan önce yapmış olduğu ABD ziyaretine dayanmıyor. Bu konuda pek çok kanıt mevcut.
AKP'nin sadece 9 yıldır izlediği Orta-Doğu politikasına baksak bile bir çok kanıta ulaşmak mümkün. Bakınız 1 Mart tezkeresinin çıkarılması ile ilgili yürüttüğü çabaya. ABD projeleriyle ne kadar uyumlu olduğunu göreceksiniz. Bu bile yeter aslında.
Aslında farkındayım liberal ve muhafazakar çevreler AKP'nin Washington'da tasarlanan Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) stratejik bir yan ürünü olduğunu, çok sayıda kanıt, tanıklık ve sağlam verilere dayalı analizle ortaya koyanlara da itibar etmiyorlar, itiraz ediyorlar. Bu siyasal değerlendirmeyi bir tür "komplo teorisi" kapsamına almaya çalışarak önemsizleştirmeye çalışıyorlar.
Peki inanadırıcı mı bu itirazları?
Bence değil.
Çünkü gerçekler inatçıdır...
AKP esas olarak iç dinamiklere dayalı bir siyasal hareket gibi görünse de, parti olarak doğum sürecinde ABD tarafından projelendirildiği yeni tanıklıklarla bir kez daha doğrulanıyor.
Bu durumun görgü tanıklarından biri de Anavatan Partisi (ANAP) hükümetlerinde Kültür Bakanlığı ve Süleyman Demirel döneminde Cumhurbaşkanı Danışmanlığı yapan eski MHP'li Namık Kemal Zeybek.
Kısa süre önce Demokrat Parti (DP) genel başkanlığına seçilen Zeybek, Bayburt'ta yaptığı konuşmada "Tarihi bir sırrı açıklıyorum" diyerek son derece çarpıcı bir tanıklığını anlattı.
"Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi kurucusu ve başkanı olarak görevimin başındayken, ABD büyükelçiliği siyasi müsteşarı beni ziyarete gelmek istediğini söyledi. Yanında heyetle geldi. Bana üniversiteyle ilgili sorular sordu, cevaplar verdim, ama asıl geliş sebepleri başkaymış. O zaman AKP diye bir hükümet yoktu, 57. koalisyon hükümeti vardı. 'AKP diye bir parti kurulursa nasıl olur' dedi. 'İyi olmaz' dedim. 'Biz onu destekleyeceğiz, siz de içinde var olur musunuz' diye sordu. (...) ABD'nin ve onun arkasındaki, dünyayı sömürmek ve dünyayı yok etmek isteyen global kapital gücün, yani büyük şirketlerin kurdurduğu bir partiden bu ülkeye hayır gelir mi? Ben bu sırrı açıklamak için çok düşündüm. ABD ve yandaşları tarafından verilen bu görevle AKP iktidara getirildi. Artık bunu açıklasınlar ve verilen görevin ne olduğunu herkese duyursunlar." (Namık Kemal Zeybek, DP Genel Başkanı, 9 Mayıs 2011, Bayburt)
Ben söylemiyorum. Zeybek'in tanıklığı böyle. Yani AKP, kendisini var eden iç dinamiklerin yanı sıra bir ABD projesi olarak şekillenmiş bir siyasal parti. Bu açıklamalara seçim meydanlarında Başbakan hiç yanıt vermiyor. Suskun kalmayı tercih ediyor.
12 HAZİRAN SEÇİMLERİNE GİDERKEN AKP EKONOMİSİ
Evet, AKP oy gücünün farkında ve bu gücünü abartarak, cilalayarak ve üzerine basarak dışa vurmayı son dönemde geçerli bir yol olarak benimsemiştir. Gerçi seçim meydanlarında, kendini belagat sahibi büyük bir hatip sayan Erdoğan'ın Antalya'da "prompter" arızası sonucu susup kalması, arayı dolduracak laf bulma becerisini ve yaratıcılığını gösterememiş olması gibi bazı "seçim kazaları" yaşansa da "seçim nutukları" devam ediyor.
Bu seçim nutuklarında söylenmeyenleri hatırlayalım mı biraz...
Mesela 13 milyon insanın sosyal güvenlikten yoksun olduğu, işsizlik oranlarının yükseldiği, gelir dağılımındaki uçurumun zirveden zirveye koştuğu, ücretli emekçilerin sömürü koşullarının ağırlaştığı koşullarda seçimlere gidiyoruz.
Bunları söylüyor muyuz?
Tabii ki hayır.
Hadi bırakalım seçim meydanlarını, sadece AKP programının ekonomik programlarına bakalım:
AKP, "tüm kurum ve kurallarıyla işleyen piyasa ekonomisinden yanadır".
AKP, "devletin ilke olarak her türlü ekonomik faaliyetin dışında olması gerektiğini benimser."
Yani piyasa ekonomisine tapılır, yeraltı ve yeryüzü kaynakları, insan emeği ve ihtiyaçları kar hırsından başka bir güdüsü olmayan "özel işletmecilere" bırakılır.
AKP, "özelleştirmeyi daha rasyonel bir ekonomik yapının oluşması için önemli bir araç olarak görür." "Hızlı ve toplumsal faydayı sağlayacak bir özelleştirmeye imkan hazırlayacak hukuki ve idari düzenlemeleri yapacaktır." "Hızlı ve şeffaf bir özelleştirme gerçekleştirecektir."
Yani temeli halkın vergileriyle atıldığı için devlet eliyle gerçekleştirilse de özünde halka ait olan ne kadar iktisadi kuruluş, üretim ve hizmet birimi varsa, kardan başka güdüsü olmayan sermayeye aktarılacaktır.
Bu aktarma sürecinin ne kadar "şeffaf" olduğunu ise, şu ana kadar yaşanılan özelleştirmelerde gerçekleşen yolsuzluklar yeterince kanıtlamaktadır.
Türkiye, hükümet kabinesine üye olup zenginleşen siyasi yöneticiler ülkeleri sırasında ön saflardadır. Yani şeffaflık laf:
Halkın alın teri özel sermayeye aktarılacak, buralarda çalışan emekçilerin bir kısmı işsizliğe, bir kısmı da daha kötü koşullarda çalışmaya itilecektir. Bunun adı ise "daha rasyonel" işletmeler olarak konulacaktır.
AKP, "Yabancı yatırımların ülkemize çekilmesinin" önündeki tüm engelleri kaldıracaktır.
Yani, halkın emeğinin talan edilmesine dünya sermayesi ortak edilecektir. Bu hedefleri gerçekleştirebilmek için Türkiye'ye emperyalist-kapitalist sistem içerisinde verilen role sadık kalınacaktır: Amerika Birleşik Devletleri ile uzun yıllardan beri savunma ağırlıklı olan işbirliğini devam ettirecek ve bu işbirliğini ekonomi, yatırım, bilim ve teknoloji alanlarında yaygınlaştıracaktır.
Aslında, AK Parti'nin kimin partisi olduğu, kime hizmet ettiği kendi programlarında açıktır. İşçiler, emekçiler, yoksul çiftçiler, üniversite geçliği, seçim mitinglerinde alanları doldururken bunun ne kadarını hissetmektedir?
Sorun işte burada.
İşte bunu bilmiyoruz ve ölçemiyoruz.
AKP ekonomik programında kısmen sanal, kısmen gerçek bir "büyüme" sağlamak için çok sayıda ucuz emek gücü gerektiğini bilmektedir.
Peki bunu nasıl becerecektir?
Bir "en az üç çocuk doğurun" düsturlarıyla!
Ama AKP stratejistleri, kesin ahlaki ve dini çağrıların paranın terbiye edici gücü karşısında aşırı zayıf olduklarını bilecek kadar bu-dünyacıdırlar. Bu duruma uygun tedbirlerde almaktadırlar, sadece düsturlara güvenmezler.
AKP döneminde "tarım sektöründe ekonomik anlamda işletmeciliğe geçiş sağlanacaktır." "Kırsal kesimde verimliliği artıracak ve girdi maliyetlerini azaltacak teknoloji kullanımı özendirilecektir."
Yani yoksul çiftçiler, fındık ve pamuk üreticileri vs. "ekonomik anlamda işletmecilik" yapmamaktadırlar. Bunlar çeşitli yollarla topraklarını terk etmeye zorlanacak, şehirlerin varoşlarını dolduracak, milyonlardan oluşan ucuz emek ordusu oluşturacaktır. Şehirlerde umduklarını bulamadıkları için gözlerini "yaratılan yoksulluğun yönetimine dikeceklerdir". Yoksulluk sadaka kültürü ile yönetilince bu kent yoksulları seçimlerde AKP'nin dini, muhafazakar, milliyetçi söylemi ile oy deposuna çevrilecektir.
Beklenen ve tahmin edilen odur ki; 12 Haziran'da AKP kent yoksullarının oyuyla tekrar tek başına iktidar olacaktır. Merak edilen sadece vekil sayısının tek başına Anayasa değişikliği yapabilecek sayıya ulaşıp/ulaşmaması ile ilgilidir.
İyi, güzel de AKP'nin iktidar olduğu yıllardan bu yana ekonomik dengeler tablodaki gibi.
Peki 13 Haziran'dan sonra kent yoksullarını nasıl bir hayat bekleyecektir?
Hele bir Sevgili Kartal hastaneden çıksın "fikren" aramıza katılsın. Bunları onunla tartışmak, istişare etmek istiyorum.
Nede olsa biraz dinlenmiş olarak gelecek aramıza.
Bakalım ne diyecek?