Stefan Zweig’in hayatının Brezilya günleri kısmının anlatıldığı “Stefan Zweig” filminin sonlarında; “Şikâyet etmek için hiçbir nedenimiz yok. İnsan buna nasıl katlanabilir?” diyor Zweig.
İkinci Dünya Savaşı’nın en hararetli yıllarında, 1941'de, Brezilya’nın küçük bir şehri olan Petropolis’te, muhteşem bir doğa içerisinde, huzurlu ve sakin bir ortamda, temiz hava bol gıda bir hayatın ortasında, üzgün bir ses tonu ve gözleri dolarak söylüyor bu cümleleri.
Sesinde ve bakışlarında Avrupa’nın ortasında, dünyanın gözü önünde uygulanan bir soykırımın çaresizliği var.
Kasım 1941'de söylediği bu sözlerin ardından 22 Şubat 1942'de, Zweig ve eşi Lotte Altmann, yataklarına uzanmış ve birbirlerine sarılmış bir halde sonsuz yolculuğa çıkıyorlar.
Avusturya-Macaristanlı edebiyatçı ve gazeteci Stefan Zweig’in 28 Kasım 1881'de başlayan ve ardında sayısız eser bırakan hayatı, o gün sessiz bir biçimde sona eriyor.
Neden Brezilya?
Döneminde en çok tercüme edilen ve en popüler yazarlarından biri olan Zweig, 1920'li ve 1930'lu yıllarda Alman dilinin en çok okunan yazarları arasında sayılıyor ve eserleri elliyi aşkın dile tercüme ediliyor. Ancak 30'lardan sonra Almanya’da yükselen Nazizm ve Nazizm’in 1933 ile 1945 yılları arasında, Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi (NSDAP) idaresi ve tek parti rejimine dayalı yönetim sistemi “ırk” üzerine kurulu bir sistem yaratınca, Alman ırkı dışında kalan kim varsa günahkâr addediliyor.
1933'te Zweig’in eserleri de diğer Yahudi yazarlara yapıldığı gibi Naziler tarafından yakılıyor. 1934'te Gestapo villasını basıp silah arıyor. Zweig bu olaydan sonra ülkesini terk ederek Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yaşıyor. Savaş oralara da ulaşınca 1941'de Brezilya’ya yerleşiyor.
Stefan, zengin bir Yahudi tekstil üreticisi olan Moritz Zweig ile Yahudi bir bankacının kızı olan Ida Brettauer’in oğlu olarak, adeta ağzında gümüş kaşıkla, Viyana’da dünyaya gelmiş ve köklü bir eğitim almıştır. Söylendiğine göre Stefan duyarlılığı yüksek, barışçıl (aslında Birinci Dünya Savaşı sırasında savaş yanlısı ama daha sonra savaşın gerçek yüzü ile karşılaşınca barış yanlısı), biraz içine kapanık, biraz da depresif bir kişiliğe sahiptir. Avrupa’nın içine düştüğü durum ve Hitler rejiminin getirdiği karamsarlık da bu bakış açısına eklenince, Zweig ve Lotte nefes alamaz oluyor.
Zweig intiharından önce bıraktığı mektubun son satırında:
“Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum.” yazacaktır.
Gitmek mi zor kalmak mı zor derseniz, “Benden artık bu kadar” demez, “Kalmak bir ömür sürer, gitmekse bir dakika” derim…
Sorgu ve Şükür
Tüm felaketlere dayanmak ve hayatta kalabilmek için direnmek, hayata tutunmak bir aldırmazlık göstergesi değilse de, “Nasılsa benim tuzum kuru” diyerek sürekli şükretmek de bir güçlülük göstergesi değil.
Şimdilerde ülkemizde arsızca bir “Şikâyet etmek için hiçbir nedenimiz yok. Haydi eller havaya!” mantığı hâkim. Tuzu kuru olup da ülkenin gidişatını sorgulayanlara “Sana ne be kardeşim!” dercesine anlaşılmaz gözlerle bakılıyor. Tuzu kuru olanlar da tuzu kokmuş olanların neye ve neden bu kadar “şükrettiğini” anlamıyor.
İnsanca yaşamak herkesin hakkı değil mi, beş kişinin zirvelerde, doksan beş kişinin yerlerde yaşadığı bir ülke olur mu hiç diye sormaktan dillerde tüy bitiyor.
Birbiri ardına patlayan vakalar, ardı ardına dizilen yolsuzluklar, aleni hırsızlıklar, aleni kaçakçılıklar, aleni cinayetler, aleni hukuksuzluklar, hangi birini saysam…
Adalet tarafı bir başka, ekonomi tarafı bir başka, demografi tarafı bir başka, insan davranışları tarafı deseniz, o bambaşka…
Hızla giden bir trenin penceresinden dışarının hızla akan görüntülerine bakmak gibi.
Tren durmuyor.
Tren hız kesmiyor.
Trenin içindekiler de dışındakiler de artık trenin hızını seyredemiyor…
2009 yılının ekim ayında, arkasında “Beni affedin çok acı var, dayanamıyorum” notu bırakarak Boğaziçi Köprüsü’nden atlayan 37 yaşındaki Dicle Koğacıoğlu’nu unutmadınız değil mi?
O bu trenden inmeyi tercih etti.
Biz kalanlar ise her geçen gün daha da hızlanarak yolculuğumuzu sürdürüyoruz.
Bu hız sebebiyle ne içimizde ne de dışımızda olanları doğru düzgün algılayabiliyoruz.
Her şeyi görüyor, duyuyor ama anlamlandıramıyor, üstelik hemen unutuyoruz…
En yakın zamanın konuları; Narin mesela, yeni doğan çetesi mesela, polatgiller mesela, siyasilere bulaşan altın kaçakçılığı, mafyatik ilişkiler, ihaleler ve unutulanlar unutulanlar unutulanlar…
İnsan aldığı her nefeste boğulur mu hiç?
Boğulur işte…
Bir yandan hayat mücadelesine devam edip, bir yandan en azından kendimi dik tutayım demek, bir yandan gidişatı dibine kadar görmek, anlamak, anlamaya çalışmak, anlamamak…
***
Hep aynı şeyleri okumaktan ve dinlemekten sizin yorulduğunuz gibi, ben de hep aynı şeyleri yazmaktan o kadar yoruldum ki, (yazıdan da anlayacağınız üzere) sarkaç misali bir o yana bir bu yana sallanıp duruyorum.
Güzel günler geleceği düşüncesiyle kendimi kaptırıp koyvermiyorum.
Güzel günleri neşeyle karşılayabilmek için neşemi kaybetmemeye çalışıyorum.
Zweig’in ümitsizliğine kapılmak istemiyorum.
Ki onların ölümünden üç yıl sonra ortada ne savaş ne de Hitler kalmış, dünya derin bir sessizliğe gömülmüş, açılan büyük yaralar sarılmaya başlamıştı.
Malum, hiçbir şey sonsuz değil, kimse ölümsüz değil.
Ama tarih de böyle ilerliyor…
Bazı insanların ağrı eşiği nasıl düşük ya da yüksek olabiliyorsa, duygusal direnç eşikleri de aynı şekilde düşük ya da yüksek olabiliyor.
Bir kâğıdı yedi kereden fazla katlayamazsınız derler.
Ya bir insanı kaç kez katlayabilirsiniz?
İnsan defalarca katlanabilen bir varlık değil mi?
Ama onun da bir haddi var değil mi?
Üstelik herkes için ayrı bir haddi var değil mi?
Çok da katlamamak, çok da katlanmamak lâzım değil mi?