Geniş bir kesim giderek umutsuzluğa kapılırken; bir başka kesim yaşadıklarına anlam veremese de akıntının sesinden memnun, nirvanaya yaklaştığını sanıyor!
Bir yandan, çevredeki işsiz güçsüz insanların, özellikle gençlerin yıldan yıla çoğaldığını görüyorum. Gençlere doğru dürüst hayatını kazanacağı bir iş için artık üniversite mezunu olmak değil: master, doktora bile garanti olmuyor.
Gençler arasında geleceğini Avrupa'da, Amerika'da arama eğilimi yeniden patladı. Bir iş bulup çalışanların çok büyük bölümü asgari ücrete talim ediyor ve çalışanlar ev, araba almak; çocuklarını üniversitede okutma konusunda eskiye göre daha şanssız.
Son bir yılda yüz bin civarında insan kamudaki işini kaybetti. Sendikalar tabelaya dönüştü, milyonlar patronun, müdürün iki dudağına bakıyor. Esnaf, sanatkar, yerli üretici kesimi yıldan yıla mevzi kaybediyor. Dünya devlerinin haksız rekabeti yerli üreticiyi vuruyor. Sanayi üretiminin GSYH içinideki payı hızla geriliyor, yüzde 20'lerin altına düştü. Fabrikasını satıp, gayrimenkul ve ranta yönelen sanayiciler tanıyorum. Binlerce şirketin ha kapandı ha kapanacak olduğunu duyuyoruz. Suriye, Irak gibi komşu ülkelerdeki gelişmelerin de etkisiyle sokaklar dilenci doldu. Yoksulluğu, gelir adaletsizliğini yolda yürürken, sağa sola, insanlara, arabalara, binalara bakarken hissedebiliyorsunuz. Evinin, arabasının taksidini ya da kirasını ödemekte eskisinden daha çok zorlanıyor insanlar.
Ama tablonun bir de öbür yüzü var ki; Cumhuriyet döneminin en büyük altyapı projeleri peş peşe devreye giriyor. İstanbul 3. Havaalanı, şaka değil, 34 milyar dolar ile dünyada devam eden en büyük proje! 3. Boğaz Köprüsü, Körfez Geçiş Körprüsü, Çanakkale Boğazı, Şehir Hastaneleri, yeni santrallar, tünel ve otoyol, hızlı tren, liman vs. projeleri... Milyar dolarlık "Mega Projeler" birbirini takip ediyor.
Herkes bu tablonun sadece bir yüzünü görme eğiliminde. "Yeni Türkiye" işte bu ve bu haliyle hepimizi şaşırtıyor.
Bu ekonomik gerçeklik aslında, siyasette, sosyal yaşamda, kültür sanatta, iğneden ipliğe her alanda son yıllarda bizi şaşırtan gelişmelerin ana kaynağı.
Bir ekonomi gazetecisi olarak, Türkiye'de neler olup bittiğini anlamak, dolayısıyla nereye sürüklendiğimizi anlamak için öncelikle ekonomide olanları anlamak gerektiğini düşünüyorum.
Bakınız, "Türkiye ekonomisinde son 15 yıldaki gidişi anlamanın anahtarı nedir", sorusuna benim yanıtım şu: Uluslarası finans patronlarının hazırladığı "mucize!" finansman modeli:
Pablic Private Partnership- Kamu Özel Ortaklığı!
Sevgili dostlar, Türkiye ekonomisine damgasını vuran en önemli gelişme, hükümetin ekonomide yegane dayanağı ve başarı kaynağı Dünya Bankası'nın koordinatörlüğünde sürdürülen Kamu Özel Ortaklığı (Public Private Parnership) adlı büyüme-finansman modelidir.
Bir ekonomi gazetecisi olarak, bir süredir merakla araştırdığım bu PPP konusunu, bugünden başlayarak, kısa bölümlerle sizlerle sunmaya çalışacağım.
PPP NEREDEN ÇIKTI?
Önce gelin şu PPP nereden çıktı, neden gelişmiş batılı ülkelerde değil de "Gelişmekte olan" ülkelerde ilgi görüyor, ona bakalım.
Hatırlayalım, dünya kapitalist sisteminin patronları, 2. Dünya Savaşı sonrasında bütün ülke ekonomilerini kendi sistemlerine (kendi çıkarlarına, diye de okuyabilirsiniz) uygun hale getirebilmek için İnternational Monatery Fund'u (IMF) kurmuştu. IMF, bir yandan az gelişmiş, gelişmekte olan, ya da kapitalizm ile sosyalizm arasında bocalayan ekonomileri dolara bağımlı hale getirmek için çaba sarf etti; bir yandan da bunun sonucunda oluşan "döviz krizleri"nde kurtarıcı gibi ortaya çıkıp, bu ülkeleri sürekli borçlandırarak bağımlı bir yapı oluşturdu. Sadece para, kredi vermedi; hükümetlerin elinden eksik olmayan "IMF reçeteleri" ile ekonomileri yönetti, yönlendirdi. Bitmek bilmeyen "IMF borçları"nın hikayesi buydu.
Ancak 1984'ten itibaren patronlar Dünya Bankası bünyesinde bir proje başlattı: Devletlerin resmi katılımı ile oluşan IMF fonlarının yerine özel fonların ve bankaların paralarının kullanıldığı Kamu Özel Ortaklığı sistemi (PPP).
Özellikle, Türkiye'nin de dahil olduğu "Gelişmekte Olan Ülke" grubunda hükümetlerin temel sorunu şuydu: Para...
Kazançlar pek çok kanaldan batılı şirketlerin kasasına aktarıldığı için, Hükümetler artık ülkesinde yol, su, elektrik vs. temel altyapı projelerini gerçekleştirmekten aciz hale gelmişti.
"Parasızlık" devletin ulaşım, eğitim, sağlık gibi kamusal görevlerini yerine getirmesinin engeli oluvermişti.
Ve işte bu noktada batılı dev finans şirketlerinin gözleri parladı: Devletin yapması gereken ulaşım, sağlık, enerji vs. altyapı yatırımları yeni ve karlı bir yatırım alanı olabilir, Dünya Bankası bunu küresel bir ve güvenli bir işe dönüştürebilirdi!
Oluşturulan modelin adı çok cakalıydı: Kamu-Özel Sektör Ortaklığı!
Uluslararası banka ve yatırım fonlarının parası, yerli şirketlerin yüzde 20 ortaklığı ve tabi hükümetin güvencesiyle uzun vadeli işler, mega projeler yapılacaktı.
Böylelikle hem ABD'de düşük faizden kurtulan finansçılar tatlı paralar kazanacak, hem de Dünya Bankası, "fakir ülkelerin kalkınmasına dev katkılarda bulunacak"tı!
"Yap İşlet", "Yap İşlet Devret", "Yap Kirala" vs. adı ile işler yapılmaya başlandığın gördük.
Hatırlarsanız 1990'larda Bursa'da BUSKİ altyapı projelerinde Dünya Bankası kaynaklı krediler kullanmış ve yüksek su fiyatlarından şikayet edenlere, altyapının dolarla yapılması gerekçe gösterilmişti.