Böyle bir yazıyı, uzun yıllara uzanan bir yazın hayatımın sonrasında yazmam beklenirdi. Oysa, benim hayatımda iki üç yıl çoğunlukla hep uzun bir zaman oldu. Öylesi uzun yıllara uzanan bir yazın hayatım olur mu, onu zaman gösterecek. Her zamanki ihtiyatlı halimle dostlara bir teşekkürü ertelemek istemedim.
Böylesi bir alanda ilk kez bir yazı paylaşmamın üzerinden üç yıla yakın bir zaman geçti. Her yazıda dünyanın en önemli işini yapıyor hissini yaşadım. Zaman oldu hatırladıklarımdan, yazdıklarımdan duygulandım, acı çektim. Bir başka zaman keyif aldım, hayatla dalga geçtim, mutlu oldum. Yaşanmamış duygulara gittim, hüzünlendim; yaşadıklarımızın coşkusunu paylaştım. Vefalı dostları, sevdiklerimi andım. Vefasız olanları da dostça, anlayışla karşılamaya çalıştım. Bir açıklaması vardır, dedim.
Biliyorum, kolay değil hayata bir derviş sabrıyla katlanmak, ama olgunlaşmak da böyle bir şey değil mi? Bazen benim de içinde bulunduğum, sosyal medya gruplarındaki tartışmalara takılıyorum. Hayat, toplumu oldukça yormuş, çok açık. Olmadık yerde patlayıveriyor insanlar. İşte tam da böylesi anlarda hayatın ne kadar önemli olduğunu duygusal tondaki bir yazıda, hikâyede görüvermek iyi geliyor hepimize, bunu fark ediyorum. Hele de anlatılanlar Türkiye tarihinin çok önemli bir dönemine ait yaşanmışlıklar ve öyküler ise. Hele de o geçmiş bizim gençliğimiz ve birçok arkadaşımız için de hayatın tümü ise...
"Edebiyat, bize sunulan tarihe direndiğimiz yerdir," diyor, ünlü yazar Juan Gabriel Vasquez. Latin Amerika'da edebiyatın oynadığı rolü de "Romanlar, geçmişi canlı tutan büyük hafıza alanlarıdır," diye ifade ediyor.
Hüzünle coşkuyla, varlıkla yoklukla "derin" idealler uğruna bir dönemi paylaştığımız arkadaşlarımızı andım ben de o yazılarda. Onlarla yaşadığımız güzel günleri, dostlukları yazdım. O günleri yaşamış, hissetmiş birçok kişi bu konuda yazılar, kitaplar yazdı. Yazılmasa çok eksik olurdu, hala da çok eksiktir. Çok daha fazlası yazılmalıydı, yazılacaktır da ama çok ince bir iş bu, onların birçoğu artık aramızda yok, kendilerini savunamazlar. Büyük bir özen istiyor. Tabii, her şeyden önce de çok daha derin bir yazma yetisi. Bu da bir yere kadar, dilimiz döndüğünce, duygularımız elverdiğince olacak. Bir de şu hiç bitmeyen günlük yaşamı kazanma, üretme kaygısı bir türlü yakamızı bırakmıyor. Onları yazarken en çok zorlandığım da işte bu yaşam kaygısı ile yıllar öncesinin idealleri ve paylaşılan dostlukları arasına başka duyguların, çabaların karışması oluyor, utanıyorum; onlara nasıl anlatmalı bunu?...
"Dünyayı değiştirmek için yola çıktık, olmadı dünyayı değiştiremedik. Dünyayı değiştiremedik, ama dünya da bizi değiştiremedi." (Film: Siyah Beyaz)
Tuncel Kurtiz'in etkileyici sesinden bu sözleri ilk kez duyduğumuzda çok sevdik. Belki de öyle olmasını umut ettik, en azından eşe dosta karşı böyle bir söylem hoşumuza gitti. Tabii ki bu gerçek değil, biz de çok değiştik. Bir kere değişmemek doğanın diyalektiğine aykırı. Geride kalanlar çok değişti, biz de çok değiştik. Bu gerçekliği bir kenara koysak bile, bir zamanlar çok şey paylaştığımız arkadaşlarımızı anmaktan, yaşadıklarımızı bugünün dünyasına taşımaktan geri duramayız.
1978 yılının ilk ayları, babam beni görmek için İstanbul'a gelmişti. Kadırga Yurdu'nun bahçesinde dolaşırken, laf arasında bir ay kadar önce dedemin öldüğünü söyleyiverdi. Bir anda derin bir uykudan uyanmışım gibi, şaşkınca babamın yüzüne baktım, ne desem bilemedim. Kendi dünyama, içinde bulunduğum ortamın sorunlarına, çelişkilerine öylesine dalmışım ki, sadece "Öyle mi?" diyebildim. Babam ne düşündü, ne hissetti bilemiyorum. O yıllarda, hele de İstanbul'da siyasal olayların içinde bir öğrenci olmanın ne demek olduğunu bilenler, nasıl bir dünyada ve hangi karmaşık duyguları yaşamakta olduğumu anlayacaklardır. Ayda üç beş arkadaşımızın cenazesini kaldırdığımız günler. Belki de birkaç gün sonra unuttum dedemin ölüm haberini. Oysa, çocukluğumun çok önemli bir figürüydü. Onlarla paylaştığımız o güzel günleri, yılları nasıl unuturum? Ama hayat da devam ediyordu bir yandan.
Sosyal, siyasal olaylar ve birey-toplum ilişkisi bitmez tükenmez diyalektik bir süreç. Hiçbir edebiyat ürününün tek başına insanı ya da toplumu, doğayı anlattığı söylenemez. Çalkantılı bir savaş olayının konu edildiği "Savaş ve Barış"ta anlatılanlar sadece savaş olmadığı gibi, tutkulu bir aşkın konu edildiği " Anna Karenina"da anlatılanlar da yalın bir tutku hikâyesi değildir. Bireyler savaş yaşanırken de toplumsal yaşamda, siyasal olayların içinde tek tek bireyler olarak var olmakta ve başlarına türlü işler gelebilmektedir. Tutkulu bir aşkı yaşarken de, birey olarak bir toplumsal-siyasal süreç içinde var olduğundan, o toplumsal ilişkilerin farklı boyutlarında bir aktör olarak rol almaktadır.
Tam da bu noktada gençliğimizi içinde bulduğumuz bir dönemi ve o dönemin aktörleri olan gençleri, devrimcileri anlatmaya çalıştığım bu yazılarda yapmaya çalıştığım da budur bir anlamda. Bir yanda o günün siyasal gerçekliği, içinden geçilen ateş çemberinin yakıcılığının acıları yaşanırken, diğer yanda ise o insanların yarattığı dostluğun, dayanışmanın, sevginin güzelliğiydi anlatmaya çalıştığım.
Gün oldu, artık çoğumuzun belleğinde unutulmaya yüz tutmuş bir olayı, bir arkadaşımızı yazmaya çalıştım. O günlerden bugünlere uzanan yaşanmışlıklara göndermeler yaparak.
Gün oldu "Hayata Dair Mektuplar"ın bir parçası oldu yaşananlar. Kısa hayatlarından geride uzun hikâyeler bırakarak, çok genç yaşlarında bu dünyadan göçen dostlarımızla paylaştıklarımızı andım güzel duygularla.
Bir başka zaman, uzun hastane süreçlerinde hırpalanan bir değerli dostuma, Ali Korkmaz'a bir mektupla moral olmaya çalıştım. Sizlerin de tanık olduğu o satırlarda gelecekten, güzelliklerden, Toroslarda bir yazlık evin verandasında kavun kesmekten söz ettim. İnanıyorum ki, sevgili dostum mutlu olmuştur, güzel duygular yaşamıştır. O mektuptan yaklaşık iki yıl sonra, 9 Kasım 2023'te maalesef hayata veda etti sevgili Ali Korkmaz. O duyguları yaşamamış olsa eksik olurdu. Henüz İstanbul'a geldiğim ilk günlere, üniversite yıllarında Denizli Yurdu'ndaki oda arkadaşlığımıza uzanan bir dostluğun anıları kaldı geride.
Daha ilk yazıdan itibaren duygularını, düşüncelerini paylaşan dostlarıma, okurlara bir kere daha teşekkür ediyorum. Destekleri çok değerliydi. Sadece sosyal medyada bir şeyler yazmakla yetinmedi çoğu, telefon ederek tanışmak, konuşmak istediler. Duygularını, düşüncelerini döktüler ortaya. Bu telefonların çoğuna toplu taşım araçlarında yakalandım. Eğer aradığınızda biraz tutuk kaldımsa, ondandır; kusura bakılmasın lütfen. Bu paylaşımların her biri çok değerliydi, farklı duygular yaşadım. Yazılanlardan, anlatılanlardan yeni şeyler öğrendim. Yeni dostlarım oldu. Her birine ayrı ayrı teşekkür borçluyum.
Bir başka yanıyla da dostlarım beni yeniden tanımış oldular. Kimileri de hafızamın derinliğine, böyle bir yanım olmasına şaşırdıklarını belirterek ifade ettiler duygularını. Şunu da söylemeliyim: Bu yazıların çoğunu toplu taşım araçlarındaki uzun yolculuklarda yazdım. Küçücük telefon ekranına öylesine daldım ki, durakları kaçırdım zaman zaman; geriye doğru birkaç durak metroya, metrobüse bindiğim ya da yürüdüğüm oldu. Bazen de yazdıklarımın, okuduklarımın ağırlığına öylesine kapıldım ki gözlerimden süzülen birkaç damla yaşı hiç tanımadığım insanlardan saklayamadım.
Uzunca bir zamandır Bursaport'ta paylaştığım bu yazıların bir gün bir kitaba konu olacağı hiç gelmemişti aklıma. Umarım ve dilerim dostlarımın gönlünde kendine kalıcı bir yer bulur "KISA HAYATLARIN UZUN HİKÂYESİ." Evet, kitabın adı bu oluyor! Bu sürprizi, böyle bir yazıyla sizlerle paylaşmak benim için büyük bir mutluluk. Çok teşekkür ediyorum güzel dostluğunuz için.