Kimi insan için ilkbahar doğanın en yaşanılası dönemidir. Uzun ve meşakkatli bir kışın ardından doğa adeta patlamıştır. Bu müthiş canlılığın insanı heyecanlandırmaması düşünülemez. Bir anlamda bir aşk halidir bahar. Bunu inkar edecek değilim. Ama ben yine de sonbaharın dinginliğini tercih ederim. Pırıl pırıl bir gökyüzü, artık terletmeyen bir güneş ve halâ uzun günler.
İşte tam da böyle dingin sonbahar günlerinde bir kere daha Toroslar'da, çocukluğumun geçtiği yörelerdeyiz. Yol boyu sarnıçlar; bazıları kubbeli, bazıları toprak damlar gibi dümdüz. O tavanların orada öyle nasıl durduğuna şaşmamak elde değil. Aşağıya doğru bombe yapmış, ama yıkılmıyor bir türlü. Çocukluğumda da öylece duruyorlardı, kim bilir geride de kaç yıl vardır? Belki de kaç yüzyıl mı, demeli. Hayvanlar da insanlar da su içmiş on yıllarca. Çam ormanlarının, kayaların arasında sesleri gökyüzünü tutan cırcır böcekleri de susmuş çoktan. Çatlamış sırtlarıyla, öylece yapışıp kalmışlar çamların, kayaların bir yerlerine. O kadar çok bağırırlar ki, çocukluğumda o sesleri çıkarırken çatladıklarını sanırdık; geriye içi boş bir böcek iskeleti kalmış olurdu. Yaban armudu, alıç, muşmula ve mersin için daha vakit var, ama çok da değil. Kızılcığın tam zamanı. Bizimkiler "ergen" derler ona da; tıpkı defneye "teğnel" dedikleri gibi! Bu tür farklı adlandırmalara girersek, neredeyse her şeyin başka bir adı vardır buralarda. Siz "menengiç" deyin, bizimkiler "çetimek" der; "incir" dersiniz, onlar "yemiş" der. Yer elmasına "topuk," patlamış mısıra "gavurga" diyen birilerini duymuş muydunuz? Hadi bir örnek daha; "zakkum"a "kopuş" demeleri de kabuğunun çok kolay soyulmasından olsa gerek. "Kopmak"tan geliyor olmalı.
On beş yıl kadar önce rahmetli arkadaşım Refah, bizim evin salonunda bir süre annemi dinledikten sonra, "Teyze, on dakidadır konuşuyor, ama tek kelime anlamadım" demişti. Kuşkusuz biraz mübalağa etmiştir sevgili Refah, ama yöreler arasında önemli ağız ve şive farklılıklarının olduğuna da kuşku yok.
Dönelim yine sonbahara...
Sonbahar, biraz da yaşlanmayla özdeşleştirilir, bilirsiniz. Bir anlamı vardır kuşkusuz. Ondan mıdır, bilemem; bu ziyaretimde biraz da bu gözle baktım etrafıma. En başta da artık doksanına dayanmış anneme ve babama... Kasabadaki kebap salonunda iştahla yemeğini yiyen çok yaşlı bir kadına baktım göz ucuyla; karşısında da yaşı kendisine yakın oğlu -öyle sanıyorum- oturuyordu. Baş örtüsünün altından taşan gür ve kabarık kır saçları gençliğinden kalmış tek iz gibiydi. Bir süre sonra kalktıklarında bir eliyle bastonuna yaslanırken, diğer eliyle de sıkıca adamın koluna tutundu. Biraz önce kebabını yerkenki mutlu halinden eser kalmamıştı, hayatın tüm hüznü üzerine çökmüş gibiydi. Belinin ne kadar çok eğilmiş olduğuna şaşarak, bir süre baktım arkalarından. Birkaç basamak merdiveni inmeleri o kadar uzun sürdü ki, dikkatim dağılmış olmalı; arabaya mı bindiler, yoksa bir süre yürüdüler mi, fark etmedim. Merdivenlerde gözden kaybetmişim. Başka da bir şey canlanmıyor gözümde.
Babam, evin duvarındaki dökülmüş sıvaları göstererek "Her şey yaşlanıyor" diyor; "sadece insanlar değil, binalar, ağaçlar... Bir incir ağacının elli altmış yıllık ömrü varmış, bizimkiler de o kadar oldu, kurumaya başladı." Hayatınızın, gençliğinizin geçtiği mekanların eskimiş olması; dostlarınızın, arkadaşlarınızın birer birer bu dünyadan göçüp gitmesi kuşkusuz çok hüzün verici olmalı. Ama hayata, yaşlanmaya teslim olmuş bir hali de yok babamın. Hırslı diyemem, hiç öyle olmadı. Ancak bu dünyada her zaman en iyi bildiği şeyi yaptı; hep çalıştı, halâ da çalışıyor. Bir başka yanıyla da biraz kaderci bir duruşu var gibi. Yani nereye kadar giderse belki de... O yanını seviyorum aslında. Yaşlılıkta "hırs" pek anlaşılır değil. Çaresizce egolarının peşinden koşan bir insan nasıl olgunlaşacak? Andre Maurois'in "Yaşama Sanatı" adlı kitabı yaşlılıktaki para tutkusunu anlatıyor. Birçok varlığını yitirmiş bir insanın son kalana, parasına sarılmasını. Bu da ilginç bir ayrıntı olmalı.
Annem, geçen yılların, hayatın haksızlıklarının bir muhasebesini yapar gibi; hayatın ona haksızlık ettiğinin farkında, ama hesabı kime keseceğine karar veremiyor bir türlü, gözlerinden yaşlar dökülüveriyor. Artık iyi görememesini, iyi duyamamasını, yapmak istediklerine gücünün yetmemesini kabul edemiyor bir türlü. Hele de o kadar merakla bir insanın iyi göremeden, iyi duyamadan yaşaması ne büyük ızdırap. "İşe yarar olmak" istiyor. Her ne kadar bunların mümkün olmadığını esprili bir şekilde anlatmaya çalışsak da pek başarılı olamadığımız ortada. Şu çok açık ki, nefes aldıkça insanoğlu hayattan vazgeçmiyor. Bir de fazlaca birbirlerini korumaya çalışıyorlar, yalnız kalmak istemiyorlar. Masumane bir bencillik belki de. Tam da bu ifadeyi doğrulayan bir alıntı yapmalıyım: "Ardında bıraktığı seksen beş yaşındaki anne, gelecek kaygısında. Tek çocuğunun ölümüne pek yanmıyor da ne olacağını düşünüyor." İnci Aral, "İçimden Kuşlar Göçüyor."
Metris'te bir Yüzbaşı, "Bunlar patlamaya hazır bomba, 40 yaşına kadar dokunmayacaksın, tutacaksın içeride," demişti. Halâ çok gençtik o zamanlar. Yaşlanmayı düşünmeyecek kadar genç, ama hayatın tüm yükünü de omuzlamaya çalışır gibi. Bir zamanların büyük düşleri, büyük iddiaları ciddi yaralar da almışken. O günlerin üzerinden çok zaman geçti; "orta yaş" demek fazla iyimser mi olur? Hiç önemi yok, ne ise o! Bu yaşlarda da olsak geçmişin, genç günlerimizin dostluğunu, bir sıcak simidi paylaşmanın mutluluğunu özlemeden edemiyoruz. Bir de hala bu dünya için, insanlar için, dostlarımız için çıkarsız bir şeyler yapmanın hevesi... Etrafımda hala bu duygularını yitirmemiş dostlarımın olmasından büyük bir mutluluk duyuyorum. Hele de bu duyguları daha ileriye taşıyıp küçücük dostluk, dayanışma köprüleri oluşturma gayretinde olanlardan. Yaşamak, biraz da o umudu büyütmekle mümkün olacak. Nafile bir çabayla hala kişisel hırslarının peşinde koşanların bu dünyanın ölümlü olduğunun farkında olmadıklarını düşünüyorum.
On on beş yıl önce genç günlerimizde benzer hayatlar, benzer duygular paylaşmış bir grup arkadaşla "hala vakit varken ne yapılabilir?"i tartışırken, bir arkadaşımız "Önümüzde bir on yıl daha yok, on yıl sonra bunları konuşmak için çok geç olacak," dediğinde şaşırmıştım. Hatta biraz da sarsılmıştım, o kadar yaşlandık mı, diye. İnsan sağlıklıysa zamanı fark etmiyor, kendini her zaman genç sanıyor. Bir de o aynalar olmasa!... Yahya Kemal bir şiirinde "Hazreti İsa da genç imiş o zaman" der ya, biz de gençtik bir zamanlar.
İbiş, bir gün bir düğünde "Şimdi 18 yaşında olmak için bütün servetimi verirdim," dediğinde, henüz 16 yaşındaydım. İbiş de olsa olsa 40'ında olmalı. Bıyık altından gülmüştüm. Gerçi pek bir serveti de yoktu, neyi verecek de?... Gençlikten ayrılmak kolay değil belli, ama biraz da yavaş yavaş çaktırmadan oluyor o işler, o da başka hikâye. Yaşamım boyunca hayatın bir bölümünü; çocukluğu, gençliği idealize eden bir cümle kurduğumu hatırlamıyorum. Her yaşın hatırı sayılır çilelerini de çektim, olabildiğince mutluluklarını da yaşadım. Yaşananların bir muhasebesini çıkarmanın kime ne yararı var ki?
Bugünün gençlerine atfedilen "an'ı yaşamak" diye bir söz var. Bugünün değerini bilmek, onun keyfini sürmek, sorumluluğunu duymaksa olay, bir sorun yok aslında. Ama bencilce bir "hayatı yaşama" çabasını ifade ediyorsa, konu biraz sorunlu gibi. Kuşkusuz herkes tercih ettiği, bir anlamda seçtiği -desem doğru olur mu, bilemem, öyle bir seçme şansımız var mı?- bir hayatı yaşar. Yani bir yanıyla bizim duygularımızın, inançlarımızın bir tezahürüdür yaşadığımız. Bu doğru, ama hayatın gerçeklerini, sınıfsal konumumuzu nasıl yok sayabiliriz? Daha doğuştan gelen eşitsizliklerimizi. Bunun için toplumsal düzlemde mücadele edilebilir, ama bencilce bir ihtirasla "hayatı yakalama" telaşı da pek mantıklı durmuyor. Konuya gençlerden girdik, belki de biraz konuyu yumuşatmak istedim. Bugün artık orta yaşını sürmekte olan birçok insanda da benzeri bir telaş görüyorum. Kaçırdıklarını yakalama, yapamadıklarını yapma, göremediği yerleri görme gibi... Böyle bir duygunun çok insani olduğuna kuşku yok, ama bir başka yanıyla baktığımızda bunun da sonu yok ki; yaşayamadığın aşklara, ulaşamadığın zenginliklere kadar gider konu. Böylesi bir duygu ile ne yaparsak yapalım, mutlu olmamız mümkün değil. Hep daha "iyisi" olacak geride ya da bizden çoğuna, bizden iyisine sahip olanlar... Sembolik gibi görünse de daha insani, daha paylaşımcı bir hayata, bir anlayışa da yer olmalı bu dünyada.
Bugün sahip olduğumuz hayatlar, kimse için mutlak değil. Bir zamanlar İbrahim Tatlıses'in daha sağlıklı ve popülaritesinin yüksek olduğu dönemlerde, "Bir gün birileri çıkıp beni buradan geldiğim yere gönderecekmiş hissine kapılırım." gibi bir şeyler söylemesini, o bunu şov olarak yapıyor olsa da çok içten ve samimi bulmuşumdur. Bence çok da insani bir tutumdur. Ayrıca hepimiz için de çok geçerli olan bir durumdur bu. Hasbelkader sahip olduğumuz olanaklar, o kadar da mutlak bir şey değildir. Çabalarımız, fedakarlıklarımız, yeteneklerimiz bir yere kadar; tamam, ama bir dönem içinden geçtiğimiz sosyal, siyasal ortam düşünüldüğünde bunun o kadar da abartılacak bir yanı yoktur. O siyasal ortamlarda sınırlarda yaşanmış hayatlardan geriye kalandır aslında yaşadığımız. O günlerde kaybettiklerimiz için adil olmayan hayatlar, bir anlamda sonrasında da çok adil değildi. Bugün bu bilinçle olanaklarımızı ortaklaştırarak, geleceğe küçük, ama anlamlı bir şeyler bırakma gayretini çok değerli buluyorum.
"Bu bir kılıç balığının öyküsüdür, sadece hikâyesi olanlar geleceğe kalır," diyerek on on beş yıl önce bir grup arkadaşla başlattığımız dostluk köprüsü, bugün mekanı da olan bir vakıf olarak ete kemiğe büründü. Benzer idealler peşinde koştuğumuz; ortak duyguları, lokmalarımızı paylaştığımız günlerin üzerinden yıllar geçti. Artık hayatla tek başına baş etmekti yaşamak. Her birimiz farklı yerlere savrulsak da az çok ayakta kalabildik. Ama bir şeylerin eksikliğini de hissederek... Bu arada biz yoğun olarak kendi derdimize düşmüşken, bir anda orta yaşlı da oluverdik. "Yaşlı" desem o da abartı olmaz. Bir bir ölüyoruz bir yandan da. Bir de "Ne kadar cesur olursak olalım, 'yokluk' bizi ürkütüyor. İz bırakmadan silinmek, ..., bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak... İnsan zekası bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor." (C. Meriç) Halâ birbirinin yüzüne bakabilenlerin; geçmişin hikayesini, dayanışma duygusunu geleceğe, bizden sonrakilere taşımaya çalışmasından daha doğal ne olabilir? Bunun adına ne derseniz deyin, çok değerli olduğuna kuşku yok. Aslında tüm çabamız, yaptığımız her şey yaşama bir anlam katma telaşı; hepsi bu. Emek verenlere, değer katanlara bir kere daha teşekkürler.
Yaşlanmak, hayatın hüznü olmasın!