SON DAKİKA
Hava Durumu

"Sınırda Yaşamak"

Yazının Giriş Tarihi: 13.08.2024 10:26
Yazının Güncellenme Tarihi: 13.08.2024 10:36

Kaya soğanını bilir misiniz?

Toroslar'ın sarp kayalarının, küçücük koyaklarındaki bir avuç bile olmayan toprakta, kıvrım kıvrım yapraklarıyla öylece fışkırıvermiştir. Bilmeyenler için, pırasanın yabanisi gibi bir bitki. Tabi daha küçük. Bir sayın en sarp yerinden onu koparmaya çalışmak nasıl bir inattır? Hem, "Ne işe yarar?" diyeceksiniz. Belki bir ot aşına çeşit olacak ya da çökelek ekmeğe katık. Çocukluğumda kaya soğanı toplamışlığım vardır; hem de bu uğurda saydan düşüp ölen birilerinin hikâyesini de bilirken.

Onu, o kadar dayanılmaz kılan nedir derseniz, buna mantıklı bir cevabım yok. Az bulunur olması belki... Ya da hayat tam da bu; her şeyin bize uyan mantıklı bir cevabı yok. Okulda iktisat hocamız "Marjinal Fayda"yı anlatırken, "Bir testi suyun son damlasının faydası," demişti. Başka maceralar peşinde koşarken, derslere de girmişliğim olduğunu söylemiş oldum bu arada!

1980 yılının son günlerinde sorguya gidip gelirken, aynı odada karşılaştığım sevgili dostum, nahif arkadaşım Esat'a anlatmıştım ilk kez; kaya soğanını, bodan arısını, kuş kapanını. O da bana Gerze'nin, Karadeniz'in dağlarını; Rusya steplerine doğru uçmadan son günlerini, son gecelerini oralarda geçiren göçmen kuşları anlatmıştı. Henüz daha kendini uzun doğa yürüyüşlerine, kelebek sevdalarına kaptırmadığı yıllar.

Bilir misiniz, kedi cinsleri uyurken zaman zaman kuyruklarını sallarlar? Aslında gerçekte uyuyorlardır, ama öyle bir evrim geçirmişler ki, düşmanlarına karşı her zaman uyanık olma kaygısıyla, o kuyruk uyurken de sallanır olmuş. Askeri Cezaevleri'nde, sivil cezaevi tecrübesi olanlardan duymuştum; içeride hasmı olan mahkumlar, ayaklarını ranzanın dışına uzatarak ve hafifçe sallayarak uyurlarmış. Böylece, hasımları onların ne zaman uyur ya da uyanık olduğunu fark edemiyorlar. Yani, zaman içinde zorunlu olarak öğrenilen bir refleks oluyor demek ki, o ayak hep sallanıyor.

Doğanın sınırlarından, insanın sınırlarına...

Sevgili dostum Şevki Ömeroğlu, 1990'larda siyasal göçmenlik yıllarını geçirdiği Avrupa'dan, yine kendisi gibi Avrupa'da siyasal sürgün olarak yaşayan Yalçın Küçük'ün beş yıl sonra yurda dönüş yolculuğuna eşlik ettiği Paris - Atina yolculuğunu anlattığı "Sınırda Yaşamak" başlıklı yazısında, "En katı gerçekçi biziz. Çünkü biz, uçlarda, sınırda yaşıyoruz," diyor. Şevki, burada bir yanıyla sosyal, siyasal ve hatta yaşamla ölüm arasındaki keskinkinliği ifade etse de, uzun bir göçmenlik yaşamının ardından Atina'da bir otelin terasında, Türkiye'ye bu kadar yaklaşmış olmanın paradoksal "sınırlarını" da düşünmemiş olamaz. Yurduna bu kadar yakınken, o kadar da uzak olmak... Garip bir duygu olmalı. Cezaevi de hep öyle görünmüştür bana; elini uzatsan dışarıdasın, ama hiçbir koşulda da çıkamazsın. Yol boyu konuşulanları, anekdotları da yazmış. Hoca, belki de ülkeye girişte tutuklanacak; İstanbul'a mı, Ankara'ya mı insin ya da Kapıkule'den mi girilsin? Çok hoşuma giden başka bir sohbet var: "Aşık olmayan insan değildir," dediğinde Yalçın Hoca, "Bunu söylerken bana niye bakıyorsunuz Hocam," diyor Şevki. "Son sözü söyleyemeyecek kadar utangaçsın!" Hocanın cevabı, bizim kuşak için çok anlamlı geldi bana; evet, biz gerçekten o konuda son sözü söyleyemeyecek kadar utangaçtık!

Daha 1977'lerde Dolapdere'de Gazetecilik'in kantinine, okul kahvesine uzanan bir dostluğun hikâyesi bu. İTÜ-Spor'daki kültürel faaliyetleri dönemindeki karşılaşmalarla süren. O yıllarda siyasal gruplar içinde "Hoca, Dayı, Amca" gibi kavramlar bizde de vardı; bana "Amca" diyen birkaç kişiden biridir. Almanya'dan döndüğü yıllarda bir kalp piliyle yaşıyor oluşunu da pek dert etmedi. O, dervişvari duruşu, pozitif tutumu hiç değişmedi. Fatih-Çarşamba'da yaşıyor olmaktan dolayı, en küçük bir baskılanma da duymadı; babaevinde, o bildik dünyada, tek başına kitaplarının arasındaydı. Sultanahmet'teki ofise bir gelişinde uzun uzun Zizek'ten söz etti; günlük politika konuşmayı beklerken, felsefe; şaşırdım biraz. Pek bildiğim de yok. Anlamıştır ilgisizliğimden.

Bir bildiği vardır diye, ucundan kıyısından Zizek'e de bulaşmış oldum. "Daha söyleyecek çok söz var" da, zaman var mı? Bir de hayatı "eksiklikler" üzerinden anlatmak. Ninotchka, filmindeki o sahne: Filmin kahramanı bir kafeteryaya giriyor, "Kahve istiyorum, kremasız olsun lütfen!"
Garsonun cevabı: "Kusura bakmayın, kremamız kalmadı; sütsüz olsa, olur mu?" Zizek'e göre, o adam, her koşulda kahvesini sade içecektir, ama kahveyi neyin eksilttiğidir buradaki olay! Birinde kremanın yokluğu, diğerinde sütün yokluğu. Belki de hayatı anlamanın yolu buradan geçiyor, yoksunluklarımızı kavramaktan, yani onu neyin eksilttiğini bilmekten. Galiba onu bilirsek, gelecek iddiamız daha anlamlı ve bilinçli olacak. Belki de hep bir şeyleri bilme, anlama ve yeni iddialar peşinde koşma refleksimizin kökeninde bu vardır. Yoksunluklarımızdan mutlu olmalıyız mı, dedim şimdi?(!) Umarım dostlarım beni bağışlar, Zizek'le ilgili yazdıklarımı ukalalık saymazlar.

Şevki'nin evine giderken önce köşedeki büfeye uğrayacaksın; birikmiş gazeteleri ve dergileri alınacak. Büfeci biliyor, ayırmış bir kenara. "Parasını toptan ödüyorum, ödeme yapmayın," dese de... Ona da bozulur biraz, gerek yoktu diye. Bir gidişimde bir kavanoz turşu tutuşturdu elime. Turşu seviyor diye, kız kardeşi mi yapıyormuş ne? Son aylarında evine gittiğimde, sağlığından kaynaklı yavaş hareketlerine, nefes sorunlarına karşın, dikkatli bakınca göze çarpan bir telaşı vardı. Bir yandan eski yazılarını toplamaya çalışırken, bir yandan da yeni okunacaklar, yazılacaklar peşindeydi. İnsan gençken böyle telaşları olmuyor, her şey daha keskin; ölümü de yaşamı da pek dert etmiyor, nasıl geliyorsa kabulümüz bir anlamda. Bu derlenip toparlanma hali kadınlarda daha da enteresan, adeta bir travmaya dönmüş. Evden kısa süreli çıkışlar bile, "ya bir daha geri dönmezsem" telaşında yaşanıyor. O dolaplar, bir gün kendi yokluklarında, başkalarınca açılırsa, dağınık görünmesin. Konu derin, ama şunu biliyorum; büyük olasılıkla bir gün darmadağınık kalacak her şey. Yapılacakları, okunacakları, yazılacakları biraz azaltabilirsek kârımız olsun. En azından kendi adıma söylemiş olayım. Refah'ın günlüklerini istedi evine son gidişlerimden birinde. "Daha önce okumaya hazır değildim, ama artık okuyabilirim," dedi; sormadım, "Neden?" diye. Söz verdim ve birkaç gün sonra da götürdüm. İzlenimlerini konuşmaya yetmedi ömrü. Eğer daha önce o notları çoğaltmış olmasaydım, geriye bir şey kalmamış olacaktı. Çok üzüldüğüm, biraz da bozulduğum bir olaydır. Şevki'nin ölümünden sonra bir iki hafta geçsin birilerine söylemek için derken, evin boşaltıldığını ve kitaplarının, dökümanlarının bir arkadaşında olduğu söylendi. Hüseyin'e söyledim, bir yıl sonra sadece birkaç sayfası geri geldi. Öyle bir arkadaşın evinden çıkanlar nasıl kaybolur halâ anlamış değilim. Bir yanlışlık olduğuna kuşku yok.

İnsanlara "iyi" olduklarını yaşarken/özellikle söylemek de son yıllarda edindiğim bir alışkanlık oldu. Şevki'yle sohbetlerimizin birinde aile dışında birinden söz etmişti; yaşamına önemli katkısı olan, dostluğunu, maddi olanaklarını kendisiyle paylaşan ve her zaman paylaşmaya hazır olan birinden. Özellikle 12 Eylül'den sonra, cezaevinden çıktıktan sonraki günler ve sonrası. Adını da söylemişti de, tanıdığım biri olmadığı için aklımda tutmadım. Taa ki, Şevki'nin kitabı çıkana kadar. Orada adını görünce hemen tanıdım: Hüsnü Gürbey; bağışlasın, iznini almadan adını yazmış oldum. Umarım, bu yazı yayınlandıktan sonra birileri onunla paylaşacaktır. Öyle bir dostum olmasından çok mutlu olurdum. Şevki'nin de onun varlığından dolayı çok mutlu olduğunu, bir üçüncü kişiden duymanın ona iyi geleceğini düşünüyorum. Selamlar yolluyorum.

"Şu hayat denilen şeyi eninde sonunda 'yaşanılır' hale getireceğimiz kesindir... " dedi de maalesef buna ömrü yetmedi, Şevki Ömeroğlu'nun. O gün telaşını yaşadığı, toparlamaya çalıştığı hayattan geriye kalan yazıları, ölümünden sonra bir kitap oldu: "SINIRDA YAŞAMAK." Hayatının çeşitli dönemlerinde yolu kesişen ve çoğunu benim de tanıdığım arkadaşlarının da birer yazısı var kitapta. Ne yalan söyleyeyim, o kitapta benim de bir yazım olmamasına hayıflandım bir zaman, alındım açıkça. Kitabı hazırlayan arkadaşlar her ne düşündülerse, benden de bir iki sayfa yazı istemediler. Sağlık olsun, ben de böyle bir vesile ile selam göndermiş olayım sevgili dostum, Şevki Ömeroğlu'na.

Tam da böyle bir hayata denk gelecek bir başka dosta el salladık bugünlerde. Son üç yılında amansız bir hastalıkla boğuştuğu son yolculuğunda; onun kısacık şiirleri de kitap olup, son nefesinden önce hastane yatağında yetişti. Ölümle yaşam arasındaki ince sınırda "önünde hayat uzanıp giderken, peşinde ölümün koştuğu haykular"la hayata veda ederken; yorgun, acılı gözlerle ilk ve son kez baktı kitabına Efrahim Nevzat (Burhan Gümüş), "Gecenin Çanları." Şair arkadaşım Emirhan Oğuz ve güzel hikayeleriyle Turhan Gümüş bir kardeşi sonsuzluğa yolcu etmenin çaresizliği ile kalakaldılar. Sabır diliyorum.

"önümde hayat
bir sınır taşıyım
peşimde ölüm "

dedi önce, Efrahim Nevzat.

Sonra da,

"palamar çözdü
güzelcehisar vapuru
veda zamanı"

deyip, çekip gitti bu dünyadan.

Sınırda yaşayanlara...

Yükleniyor..
logo
En son gelişmelerden anında haberdar olmak için 'İZİN VER' butonuna tıklayınız.