CHP, Eylül ayında Tüzük Kurultayı düzenleyecek; eğer başarabilirse…
“Başarabilirse” diyorum çünkü hafta içinde bazı haber sitelerinde yer alan “kulis haberlere” göre, yine dağ fare doğurabilir; büyük iddialarla başlayan ve hazırlıkları sürdürüldüğü açıklanan demokratik bir tüzük hayali, yine yeniden akamete uğrayabilir ve Godot’u beklemeye devam edebilir.
Muhtemelen de öyle olacak! (Ah! Yanılmayı ne kadar çok isterim.)
Rivayet o ki, “ismini açıklamayan” parti kaynaklarına göre “ön seçim” gibi demokratik ve stratejik bazı değişiklikler “delegelerce” reddedilebilirmiş, parti yönetimi de delegenin neyi onaylayacağını, neyi onaylamayacağını iyi bilirmiş (üstü örtülü tehdite bakar mısınız), o yüzden “kapsamlı değişiklikler yerine tadilat” olabilirmiş…
Hal böyleyse, bir takım “kozmetik, makyaj” düzenleme için niye tüzük kurultayı toplanıyor, onu da anlamak mümkün değil tabi…
“Dostlar alışverişte görsün” diye mi!
Yani anlayacağınız, Özgür Özel’in “Değişim” vaadiyle yola çıktığı ve genel başkan seçildiği Kasım 2023’teki Kurultay’dan sonra büyük büyük cümlelerle ve iddialarla başlayan “tüzüğün demokratikleştirilmesi” yolculuğu, “parti lideri ve yöneticilerinin değişimi” sınırında bitebilir ve parti geleneğinde onlarca yıldır tanıklığını yaptığımız gibi bir kez daha duvara toslayabilir…
CHP’de parti süreçlerinde her kritik ve kırılma anlarında olduğu gibi demokratik tüzük vaadi, “miş gibi” işlemlerle vuslata eremeden kendine ayrılan tarih rafındaki yerini alabilir…
Neymiş; sırası değilmiş (kaç bahar geldi geçti, bu sıra ne zaman gelecek?), tam birinci parti olmuşken, tam iktidar hızla halktan desteğini kaybederken, parti içi tartışmalarla zaman kaybedilmemeliymiş (parti içi tartışmalar hiç bitmedi ki; ayrıca parti içinde tartışma olsun diye var olan bir yapı değil mi?); şimdi tüzüğe değil sokağa enerji harcanmalıymış (zaten demokratik tüzük halkın içine çıkıp çalışma yapmaya imkan tanısın diye istenmiyor mu?)…
Ön seçim çok ince çalışılması gereken bir konuymuş (iyi, çalışılsın o zaman, çalışmayın diyen mi var?), hatta yeni tüzüğe ihtiyaç yokmuş, mevcut tüzük iyi uygulanırsa sorun kalmazmış (niye bugüne kadar iyi uygulanmadı o zaman? Ayrıca demokratik tüzük vaat eden Özgür Özel değil miydi?)…
Kurultayın kapsamını il ve ilçe örgütleri belirleyecekmiş (yani statüko) ve “tüzük kurultayı ertelensin, yapılmasın” diyenler varmış (zaten kurultay yapılırsa ve hele hele tüzük demokratikleşirse artık haber değeri taşıyacak)…
Ben, kulis haberdeki gizemli parti kaynaklarının yalancısıyım, öyle diyorlarmış…
Eylül dediğiniz 2 ay sonrası; parti yönetiminin sürdürdüğü sessiz sedasız çalışmalara bakılırsa, “bu kaynakların” parti yönetimine çok uzak kaynaklar olmadığını düşünüyorum… Belki de bu kulis haberleri bir nevi nabız yoklama girişimleri…
Eğer öyleyse, buyurun, nabzımızı paylaşalım!
Vakit varken bir yurttaş olarak ve ayrıca siyaseti 30 yıldan fazla süredir yakından takip eden bir gazeteci olarak tarihe not düşmek, görüşlerimi açık bir mektupla paylaşmak istiyorum…
Kim dinler, ciddiye alır bilmiyorum; ama tüm ömrümü vicdani bir tutarlılıkla gerçek bir demokrasi arayışına adamış bir yurttaş olarak paylaşmak istiyorum.
Elbette CHP’ye seslenmekle birlikte sözlerim gerçek demokrasi arayışına “kalben ve zihnen” bağlı tüm muhalefet partilerine; herkes payını alabilir, almalılar da…
Seslenişim CHP’ye, çünkü tarihsel kökleri güçlü, cumhuriyetle özdeş bir parti; muhalefetin en güçlü partisi ve son seçime göre de birinci partisi…
Ve “iktidarın da en büyük adayı” demek isterim ama CHP’lilerin bile bu iktidar mefhumunu anladıkları ve hazırlandıkları konusunda derin şüphelerim var…
Bu açık mektubun yazılmasının temel gayesi de özünde bu…
31 Mart 2024 yerel seçimlerinden sonra Bursaport’ta üst üste iki yazı yazdım: “31 Mart 2024: Gerçekler, Fırsatlar, Riskler…” ve “SHP ne yapmadı, CHP ne yapmalı?”
Bu yazılarla tarihin sunmuş olduğu bir fırsatın yine tarihten ders alarak harcanmaması gerektiğini ve cesur yeni hamleler yapılması gerektiği konusunda dikkat çekmeye ve uyarıda bulunmaya çalıştım.
Aradan geçen 3,5 aylık sürece ve “kulis haberlerle” gelen rüzgarlara bakılırsa, “ama, ancak ve fakat” gibi cümlelerle demokratikleşme beklentisi parti yönetimi, örgütleri ve yerel yönetimlerdeki iktidar gücünün lezzetine kurban edilecek gibi gözüküyor.
Eğer yanılmıyorsam (dedim ya ne kadar çok isterim), Türkiye’nin en modernist, en adaletli, en demokrat partisi olduğunu iddia eden CHP dönüp dolaşıp defalarca yaptığı gibi yine tarihsel sınırlarının içine hapsolup kalacak.
Giriş biraz uzun oldu, ama maruz görün, bu bir günlük makale değil ve bir açık mektup; hep birlikte üzerinde düşünmeli ve tarihin sunmuş olduğu tarihsel bir fırsatın bir kez daha heba edilmemesi için elbirliğiyle çaba göstermeliyiz; umut ışığı az olsa da…
CHP NEDEN BİR TÜRLÜ KENDİNİ DEMOKRATİKLEŞTİREMİYOR?
Evet, doğru, CHP, Cumhuriyet’i kuran, tarihsel kökleri güçlü bir parti, ama CHP demokrasiyi daha kendi içinde bile kuramamış, parti hukukuyla yerleşik hale getirememiş bir parti.
Her daim halk iradesini yüceltirken parti üyesinin iradesini tanımaya cesaret edemeyen, ondan ürken, kaçınan bir parti CHP. Parti üyesine güç, yetki, irade verilince “ya davulcuya kaçar ya zurnacıya” bakış açısı ve ruh hali, bir siyasi parti, bir organizasyon olarak hep eksik kalmasını sağladı, tam bir siyasi ve toplumsal harekete dönüşmesini engelledi.
Her parti içi demokrasi talebinin yükseldiği ve “acaba” diye düşünüldüğü her anda yan yollara sapıldığı, U dönüşlerinin büyük maharetle sergilendiği, demokrasinin salon toplantılarında “söylem” olarak ayyuka çıktığı ama ete kemiğe, bir bedene sahip olamadığı bir parti CHP.
Şimdi düşünün, kendi siyasi organizasyonunuzu bile demokrasiyle yönetemediğiniz koşullarda, ülkeye demokrasi getirmek için sahneye ve halkın karşısına çıkıyorsunuz…
Sonra halk “cahil, eğitimsiz, duyarsız, sizi anlamıyor” öyle mi?!
Demokrasi halkı, halka rağmen temsil etmek, yönetmek, kurtarmak değil, bizzat o halkın kendi elleriyle oluşturduğu, tasarladığı, yönettiği, canlı bir organizasyon, süreç demek oysa…
CHP, “kurtarıcıların” (parti yöneticileri ve elitleri) bol olduğu, ancak “kurtulacakların” (halkın) bundan haberlerinin olmadığı bir parti. Nasıl olsun ki, kurtulacakları kapıdan içeri sokmuyor, onlarla birlikte bir yol yürümüyor ki!
“Sen şöyle bir kenarda dur, ben gelince seni kurtarırım; ama bu arada git sandıkta önce bana oy ver… Bana oy vermezsen bak ileride öcü var…”
Yurttaşla (üyeyle) bağ yok, bilgi yok, fikir yok, duygu yok, ortak alınteri, beraber atan kalpler, birlikte çekilen acılar yok!
Hemen itiraz edip, dar bir siyasi çabayı, idealist birtakım uğraşları işaret etmeyin; kastettiğim kitlesel bir parti yapısı olduğu açık…
TÜZÜĞÜN DEMOKRATİKLEŞMESİ VE ‘ÖN SEÇİM’ NEDEN ÖNEMLİ?
Adaylık parti yönetimlerinin yukardan aşağı sunacağı bir “lütuf” değildir, yurttaşların (parti üyelerinin) kendi iç çalışmaları, emekleri, tartışmaları sürecinin sonunda belirlenen “öz bir iradedir” ki, böyle bir irade sarsılmaz, savunulan, uğrunda mücadele edilen, edilecek olan bir iradeyi inşa eder.
Aynı zamanda “iradeyi, kararları, kararlılığı ve kararların değişebilme ihtimalini ve onun gerçekleşmesini” içinde barındırır. Bu, hayatın gerçeklerini, parti organizasyonunun gerçekleri haline getirir ki, partinin toplumdan kopmamasını, can damarını oluşturur.
“Ön seçim” yalnızca adayların, belirli isimlerin tespit edilmesini sağlayan “bir araç, yol, yöntem” değil; aksine bu işlemin yapılacağı, adayın belirleneceği güne kadar geçirilecek sürecin, siyasi çalışmaların kalbini, dinamiğini, ana motorunu, kalitesini oluşturan ve elbette gerçek demokrasinin temelini oluşturan “iradi bir tercihtir”.
Ön seçim yoksa ve olmayacaksa, bir gece toplanacak üç beş kişilik bir kurul isimleri belirleyecekse (gerekçesi ve haklılık düzeyi ne olursa olsun), bir yurttaş neden siyasete girsin ki, neden gecesini gündüzüne katsın, neden koştursun dursun, emek harcasın; bir takım ayak oyunlarına neden meze olsun.
Sırf bu gerçekler yüzünden çok sayıda yetenekli, liyakatli, vicdanlı yurttaş siyasete girmekten, siyasi partilerden uzak durmuyor mu?
Kim CHP’nin böyle bir parti olmadığını iddia edebilir?
Önce yurttaşlar siyasetten, partiye üye olmaktan uzak tutulur, sonra da az sayıdaki parti üyeliklerinin yetersizliğine, niteliksizliğine işaret ederek ön seçim gibi uygulamaların nasıl yanlış sonuçlar doğuracağı yönünde akıl yürütmeye başlanır…
Resmiyette “siyasi parti”, uygulamada “dernek” statüsüne indirgeyerek partiyi işlevsiz, mecalsiz, toplumdan kopuk hale kendi elleriyle getirir.
Eğer yurttaşlar, aktif siyasetten, partiden uzak duruyorsa ve hatta zamana (bazen yıllara) yayılmış aktif bir parti içi tartışma ve politika belirleme süreci yoksa ve temsilciler (adaylar) bu dinamizm sonucunda belirlenmiyorsa, yukardan atanan aday hangi “sihirli gücüyle” bu politikaları, tercihleri, kararları belirleyecek?
Yıllardır sol, sosyal demokrat parti geleneklerinden gelen akımlar ön seçimi peri masalı gibi anlatır, savunur, salon toplantılarının biri biter diğeri başlar, ama iş uygulamaya gelince meydanda çok az sayıda kişi kalır; “ancak, ama, ne var ki” ile başlayan cümleler önce “kulislere” sonra kongrelere taşınır.
Yahu, niye anlamıyorsunuz, birkaç milyon üyenin olduğu kendi partinize demokrasi getirme cesaretinden yoksunsanız, 85 milyon yurttaşın yaşadığı ülkeye hakkaniyetle, adaletli bir demokrasiyi nasıl getireceksiniz? Kendi organizasyonunuzda demokrasiye can verme cesareti, özgüveni, güçlü bir demokrasi idrakine can suyu veremeden, memleketin genelinde demokrasiyi vuslata erdirme başarısını nasıl gerçekleştireceksiniz? Kim inanır?
Siyasi partiye üyelik “fikir, bilgi, yorum, duygu, cesaret”, özetle “yaşama katılım” demektir. Eğer bu duyguları koruyacak, besleyecek, destekleyecek, adil, güvenceli bir parti hukuku yoksa, siz tüm bu bilgi ve duyguları partiden uzak tutuyorsunuz demektir. Yurttaşla parti arasında bu bağı kuramazsan, partiyle yurttaş, toplum arasında da bağı kurmayı başaramazsın.
Yurttaşların kurtarıcılara ihtiyacı yok; kendini kurtaracak, yaşamını inşa ve ihya edecek siyasi kanalların hukukla, adaletle korunan güçlü bir parti içi demokrasiye ihtiyacı var. Kendi partisinden aday olacakları belirlemeye, onları seçmeye hak görülmeyen bir “seçmenlik” hakkının, onlara rağmen belirlenen bir milletvekili, belediye başkanı adayını genel seçimde seçmelerini beklemek kadar gayrı adil, demokrasi dışı bir beklenti olamaz.
TREN YİNE KAÇIYOR, HABERİNİZ OLSUN!
Tarih size her zaman böyle fırsat sunmaz…
İktidar yorgunluğu ve yıpranmışlığı ile sizin güçlü demokrasi kararlılığınız ve hamleniz birleşince tarihsel sıçrama sağlayacak “benzersiz bir olanak” yakalayabilirsiniz. Ama dikkati yalnızca iktidar yıpranmışlığına verirseniz bu hikâyeyi yarım bırakırsanız.
Eğer, “ekonomik kriz iktidar partisini çok zorluyor, iktidar yıprandıkça yıpranıyor” diye gönlünüz coşuyorsa; halkın iktidara yönelik her geçen gün artan öfkesi size “kendi iktidarınızın yaklaşmakta olduğu” rüyaları gördürüyorsa, ilçe ve il örgütleri, sevgili delegeler, parti yönetimi siz bilirsiniz, tatlı rüyalar!
Ama aklınızda bulunsun, öfkenin yatıştığı, iktidar yıpranmasının hafiflediği anda halkla yüz yüze kaldığınızda söyleyecek bir çift sözünüz olmalı. Ne söyleyeceksiniz, kim söyleyecek, nasıl söyleyeceksiniz?
Konjonktürle gelen konjonktürle gidince yine öfkenizi yurttaştan mı çıkartacaksınız; “Ah, tam da iktidara gelmek üzereydik, iktidar yine halkı kandırdı” mı diyeceksiniz?
Hayat size 1989’daki gibi tarihsel bir fırsat sundu; yol yakınken bu cesareti gösterin. Zamanla yarışıyorsunuz; siyasetin, partinin kapısını yurttaşlara açın. Aklınızın doğru dediği şeyin, gerçek hayattaki karşılığını verin.
CHP iç enerjisinden, özgüveninden, üyelerinin alınteri ve emeğiyle ürettikleri parti politikaları, kadroları ve yurttaş bağı yerine, seçmeni sandıkta ötekine (iktidara) öfkelendirerek kendine mecbur bırakma siyaset cambazlığını daha ne kadar sürdürecek?
Eğer ana yolunuz buysa seçmeni kendi iradeniz dışında esen rüzgarlara, fırtınalara açık ve maruz bırakıyorsunuz demektir. Sert rüzgarlarda, fırtınalarda çatınız altında tutup koruyamıyorsanız yurttaşı (ki bunu ancak demokratik parti yapısı sağlayabilir), sığınacak bir çatı bulduklarında onlara kızıp, küsmenin siyaseten bir anlamı da karşılığı da yok!
Bu nedenle, statükoya, koltuklarınızın sıcaklığına yenilmeyin; demokrasiyi içselleştirdiğinizi, halkın ve elbette partinizin üyelerinin iradesine ram olduğunuzu, kendinizin değil, halkınızın ve ülkenizin öncelik olduğunu ispat edin!
MESELE CHP’NİN İKTİDARA GELMESİ DEĞİL, HALKIN İKTİDARA GELMESİ!
CHP’nin halktan başka yaslanacak, güç alacak bir dayanağı olamaz, olmamalı; bunca deneyimden sonra Ankara’nın dar siyasi sokaklarında, siyaset mühendislikleriyle yol alınamayacağı kavranmış olması gerekir.
Siz, bize kalp, beyin yeter diyorsunuz, oysa güçlü bir parti hukukuyla parti demokratikleştirirseniz, siyasi organizasyonunuzun bedenin tümünü sarıp sarmalayan ana damarları, kılcal damarları ve sinir ağlarıyla birlikte sarıp sarmalıyorsunuz demektir. Bir bedene atardamarlarla toplar damarlar birlikte can verir, sinir ağlarınız tüm uzuvlarınıza uzanmazsa, her uzvunuzu kullanamazsınız.
Şimdi söyleyin, partiyi felçli bir hasta konumuna sürükleyip “bana beyin yeter” diyebilir misiniz? Bir de o beyin kendinden menkul bir akla sahipse!
Farkında mısınız bilmiyorum, siyasetçilere, siyaset kurumlarına halkın inancı ve güveni her geçen yıl azalıyor. Neden? Çünkü partiler halkın içinde yer almadığı, yurttaşın siyasetin “öznesi” değil, “nesnesi” haline getirildiği organizasyonlara dönüştürüldü. Bu nedenle demokratik bir tüzük önce partide halkın öz iradesini temsil etmesi, partide iktidara gelmesi ve sonunda ülkede halkın iktidara ulaşması demek!
Dünya zor bir döneme girdi, birçok coğrafyada ekonomik ve siyasi istikrarsızlıklar arttı; bölgesel çatışmalar çoğaldı. Teknolojinin yarattığı değişimle insanlık tarihinin en büyük devrimi gerçekleşiyor.
Sırf bu gerçeklik nedeniyle bile toplumsal dayanıklılığı artırmak istiyorsanız ileriye doğru demokrasi adımı atmak zorundasınız; sol bir parti, adınızdaki gibi halkçı bir parti olmak istiyorsanız “amasız, fakatsız; koşulsuz” üyelerinize güvenmeyi, onlarla birlikte yol almayı, birlikte olgunlaşmayı, gelişmeyi şiar edinmelisiniz.
Bu artık basit bir tercih ve kararlılık değil, bu bir “ideolojik” tercih. Gelinen bu noktada böyle bir tercihte bulunmuyorsanız, safınızı halktan yana, soldan yana kullanmıyorsunuz demektir.
Elbette parti hukukunun demokratikleşmesi tek başına yeterli ve mucizevi bir adım değil, ama geleceğe tutunmak, bir mucizeye kapı aralayabilmek için siyaseti yurttaşın eline, onun iradesine verin; yurttaşın güvenini istiyorsanız, önce siz O’na güvenin. Bunu lafla değil, icraatle gösterin…
Yoksa yine eylülden sonra sonbahar yaprakları gibi sararıp solmaya başlayınca “Kendim ettim kendim buldum” şarkısıyla ahlanıp vahlanmayın!
Halkımıza da, ülkemize de yazık etmeyin!